12 Aralık 2014 Cuma

The Cut



Filme yönelik eleştirilerin çoğu "biz soykırım yapmadık!!!" seviyesinde. Bu bir Ermeni Soykırımı filmi değil, bundan etkilenen hayatların filmi, hatta bir yol filmi. Sinemadan çıkıp "Türkleri, müslümanları yermek için film yapmış" diyen adam andavaldır, ikinci bir ihtimal yok. Nazaret'e yardım eden mahkum Türk, evine alan da Arap bir müslüman. Hayatta da böyle kesin doğrular yok ama insanları aksine ikna etmek pek mümkün olmuyor. Hatta konu milliyetçilikse neredeyse imkansız.

Tahar Rahim yine efsane oynamış. Videodaki sahneyi muhtemelen haftada birkaç kere açıp izleyeceğim artık, inanılmaz.

11 Aralık 2014 Perşembe

#6: Galatasaray 1-4 Arsenal



Pala ne vurdu öyle be...

220 gün sonra stada adım atmak, Passolig'in çıktığı sezon bir Galatasaray maçının kağıt biletini yakalamak kısmetmiş. Taraftarlığın saçma olduğunu daha önce defalarca kez anlamıştım ama bu maç da güzel bir sınav oldu. Takımın hiçbir iddiası yok, Arsenal'in de öteki gruptan gelecek rakip düşünüldüğünde grubu 1 veya 2. bitirmesinin önemi yok, haliyle taraftarı da çok ilgi göstermeyecek. Ama sabah evden çıkarken İstanbul'a geldiğimden beri ilk kez bir Şampiyonlar Ligi sezonunu boş geçecek olmak koyuyordu. Ofise gelince Four Four Two'nun yarışmadan bileti kapınca elleri göğe kaldırıp Kaka gibi sevindim (böyle şeylerde şansım yaver gidiyor. imzalı Arda forması, Fener-Beşiktaş derbisi bileti de kazanmıştım vaktiyle).

Bizim deplasman tribününü epey merak ediyordum ama keşke maçın bir iddiası olsaydı da Arsenal tribünü sağlam gelseydi. Aşağı yukarı 500 kişi, pankartlar, maç günü atkılarıyla deplasman yapmışlar. Şubat'taki tıklım tıklım Chelsea tribününün yakınından bile geçmez ama yine de helal olsun adamlara.

Birkaç hafta önce Emirates'e giden Aslı'dan sıkıcı Arsenal taraftarı hikayelerini dinlemiştim, harbiden öyleymiş. Adamlar maçın hemen başında golü buldu, 10'da fark ikiye çıktı, 29'da bugüne kadar stadyumda izlediğim en güzel gole tanıklık ettiler ama tek tezahürat temposuz Aaaaasınııl naraları. Maçın sonlarına doğru Christmas time'lı bir şeyler söylediler, bizdeki ayva çiçek açmış tarzı bir tezahürat herhalde.

İlk devre 6-7 olacak maç. İkinci devrenin ilk 15 dakikası takımda hala tık yok. 60'ın başlarında bir presten sonra korner kazanınca her şey unutuluyor. Tribünlerden o çıkan ses = taraftarlığın mantıksızlığı. Yemin ediyorum askerde sivil hayatı bu kadar özlememiştim, bir an önce döneriz inşallah tribünlere.

Bir maçtan daha Passolig'e ve Aktifbank'a, bu işe sebep olanlara bela okuyarak çıktım. Allah onların da ellerinden ne kadar mutlu oldukları şey varsa alsın.


13 Kasım 2014 Perşembe

Un Prophete

- Ailen var mı?
+ Yok, efendim.
- Para gönderecek birileri var mı?
+ Yok, efendim.
- Dostların ya da düşmanların var mı?
+ Yok, efendim.

11 Kasım 2014 Salı

Kevaşe #5: Sibel

"Rıza... Bu hanımı İstanbul'a götür, evine teslim et."

Mientras Duermas

Mutluluk. Benim sorunum işte bu. Mutlu olamıyorum. Hiç olmadım. Başıma iyi şeyler geldiğinde bile mutlu olamıyorum. Her sabah gözlerinizi hiç motivasyonunuz olmadan açmanın ne demek olduğunu tahmin bile edemezsiniz. Tek bir sebep için harcadığım gayret. Sadece bir sebep. Her şeyin yok olmasını engellemek için bir sebep. İnanın bana elimden gelenin en iyisini yapıyorum.
En iyisini. Hem de hayatımın her günü. 

Çok sığ yorum olacak ama böyle bir tiradla başlayan filmin kötü çıkması zaten imkansızdı. IMDB'de korku filmi denmiş, alakası yok. Birkaç sahnede geriliyor insan fakat o da korkudan değil, meraktan.

Filmde hepimizin ucundan kıyısından bulaştığı keyfi mutsuzluk yok. Cesar karakteri harbiden mutsuz. Yoğun bakımda, dış dünyadan kopmuş, neredeyse bitki gibi yaşayan annesine dahi anlatacak bir şeyi yok adamın. Şükretmeye programlandığımızdan olsa gerek, filmin başındaki repliğin yarattığı etki dakikalar ilerledikçe acıma duygusuna dönüşüyor. Acıma da değil aslında. Şu filmde Cesar'ın fiziksel olarak değil ama ruhsal açıdan verdiği zararlar hiç yabancı değil. Mutlu olmak gittikçe zorlaşmış, insanların hayattan aldığı keyif böylesine azalmışken her geçen gün daha da artıyor Cesar gibi insanlar. Sabah evden bebek gibi çıkanlar birkaç insanla iletişime girdikten sonra baruta dönüyor. Hayatımın herhangi bir döneminde insanlardan nefret ettiğini, evde yalnız vakit geçirmekten hoşlandığını söyleyenlerin sayısının bu kadar çok olduğu bir dönem hatırlamıyorum.

Marta Etura-Luis Tosar, İspanyolların Hakan-Arif'i galiba. Madeni bulmuş İspanyollar, işledikçe işlemişler. Luis Tosar Celda 211'de Veron'a benziyordu, bu filmde de Robbie Williams'ı andırıyor. Bir de Clara'nın Juventus tişörtlü sahnelerinin -erik gibi- mesajı ne acaba? Film Katalonya'da geçiyor, hatun oralı, manita desen o da İspanyol. Yönetmen ya Juventus dilosu ya da Milan taraftarı; o sahnede "işte böyle ..." mesajı veriyor.

10 Kasım 2014 Pazartesi

Celda 211

İki ay kadar önce Aytek'in ısrarları, sonra da İzi'nin liste aklıma sokmuştu filmi. Keşke bu kadar bekletmeseymişim. İzlemeyenler yine fotoğrafın altına inmesin, küfür yemeyelim.















Prison Break'in ilk sezonunda bir gardiyanın rehin alındığı, Sara'nın köşeye sıkıştığı efsane iki bölüm vardı. 6 ve 7. bölümlerdi galiba. Onun içine siyaset, devlet, etik, diziyi filme çevirecek ne varsa eklenmiş hali Celda 211.

İlk 15 dakikasının verdiği keyif tarifsiz. Zaten tüm film o tempoyla gitse uğruna din kurulur bu filmin, tapanlar olur. Bir Le Trou ya da Shawshank değil ama onlarda olmayan gerilim bu filmde var. Ters köşenin kralı. Filmin başı ile sonu arasında karakterlere bakışımın bu kadar değiştiği başka film hatırlamıyorum. Hapishanedeki ilk saniyelerde adımlarına bile dikkat edecek kadar naif adamın; bir gecede ailesi için kulak kopartıp kafa kesen birine dönüşmesi normalde epey saçma bir senaryo olurdu. Ancak filmde hapishane ortamı, şiddet öyle bir açıklanmış ki Juan aksi şekilde davransa garip gelirdi.

Sona bıraktım, Malamadre... Dayı sen naptın böyle be. One day in Europe'ta, finalde koyduğumuz Deportivo'nun taraftarı rolünde izlemiştim daha önce. Hayatının rolü diye bir tabir varsa her oyuncu için, Luis Tosar'ınki kesinlikle bu rol. Film bittiğinden beri sesi kulaklarımdan gitmiyor.

4 Kasım 2014 Salı

#5: Pendikspor 1-0 Turgutluspor

İçeride Tokat ve Kartal deplasmanından sonra üst üste üçüncü kez Pendik maçındayız Ramazan'la. Bu takım bu sene evinde çok absürt şeyler olmadıkça maç kaybetmez. Tokat maçının kopyası bir ilk devre oldu. Rölantide Pendik, etkili oynayan ama cılız ataklarla gol arayan rakip. Maça çift forvetle, bekleri de öne atıp başladı Turgutlu ama hücumları böyle bir deplasmanda gol bulabilecek kapasitede değil. 9 gol atabilmişler zaten şu ana kadar. Alt liglerin gediklisi, 4 kere Süper Lig'e çıkan kadrolarda yer alan Ömer Yalçın ile Ferdi Başoda. Biri 30, öteki 31 yaşındalar. Top oynamaktan çok hakemle, rakiple takıştılar. Ömer tam bir Emre B. Zaten onun gibi baldırı tuta tuta çıktı ilk devre oyundan.

Normal şartlarda bu oyunun hakkı devreye değişiklikle başlamaktır ama Ahmet Yıldırım ezberlemiş takımını. Biraz daha sabretti, 52'de Ali Kemal'i çağırdı. O dakikaya kadar pozisyona giremeyen takım bir top kaptı, Kaptan İlhan önde yakalanan savunmanın arkasına pası attı, Kral Yaser karşı karşıya pozisyonda tamamladı. Hoca belki golden sonra değişikliği iptal edip Fahri'yi oyunda tutsa daha iyi olabilirdi. Çok iyi top sakladı, pas dağıttı, oyunu kontrol etti, bunlara en çok ihtiyaç duyulan anlarda da oyundan çıktı.

Son 15 dakika Turgutlu iyi baskı kurdu, uzatmalar geçmek bilmedi. Yakup müthiş kaleci, ayağı 10 numara gibi, yan toplarda korkutmuyor. Taraftarın böyle kritik anlarda gerildiğini sanmıyorum. Mondragon da bize böyle hissettiriyordu.

İçeride bir önceki maç, Tokat karşılaşmasında rakip taraftar olduğundan mıdır bilmiyorum bilet fiyatları bu maça göre pahalı olmasına rağmen tribün daha kalabalıktı. Fakat hakkını yemeyelim Magnifico yine iyiydi. İkinci devre şampiyonluk yaklaştıkça bir de tribünün içinde maç izleriz inşallah.

Takım bu hafta içeride 5 maçta sadece 1 mağlubiyeti olan 1461 Trabzon'a gidiyor. Sonraki maçta da lige bu yıl yükselen ama sezona fırtına gibi başlayan, üçüncü sıradaki Ümraniye'yi ağırlayacak. Sakatlar döndü, cezalar bitti. Şu 2 maçta 6 puan = Sana söz yine baharlar gelecek


29 Ekim 2014 Çarşamba

#4: Bayrampaşa 0-1 Giresunspor


Havaalanı metrosundan Sağmalcılar durağında inip yürürken stadı sorduğum çocuk da maça gidiyordu. "Çok önemli maç abi, takımda para yok. Gruplara kalalım da 3-5 bir şey girsin kasayaDüşünsene, Paşa Kadıköy'e deplasman yapıyor, kazanmamız lazım be abi".

Uzun zamandır merak ediyordum Bayrampaşa taraftarını. Boşuna değilmiş merakım. Resmi tatil de olsa tıklım tıklım bir tribün, omuzlarda çocuklarıyla babalar vardı. Stadın dışındaki Beleştepe bile dolmuştu. İlk düdükle beraber yanan meşaleler, abartısız 90 dakika hiç azalmayan sonlara doğru daha da artan desibelde tezahüratlar vardı. En önemlisi de genelde bu seviyelerde tribünler biraz daha gençlere kalıyor, burada yaş ortalaması epey yüksekti. Semt yalnız bırakmamış takımı. Epey sağlam tribünü varmış Bayrampaşa'nın.


Passolig yüzünden tepedeki iki ligin takımlarını izleyebilmenin tek yolu kupa maçlarından geçiyor. Bu yüzden ne kadar çok İstanbul takımı olursa o kadar kısmetleniriz umuduyla, Bayrampaşa'nın kazanmasını isteyerek gittim maça. Gruplarda dört büyüklerden birinin de kesinlikle geleceğini düşününce güzel bir anı olurdu ama olmadı.
Maçtan 15 dakika önce stada varıp, 1 Lira'lık biletlerden alıp gittik kapıya. Allah taraftarı yolmaya çalışmayan tüm yönetimlerden razı olsun. Yalnız barkodsuz, Kız Kulesi vapurlarındaki gibi koçanlı kağıt bilet verilen stadın girişinde de yığılma olunca şaşırıyor insan. Bu turnike önündeki yığılmanın en büyük gizemi de maç başlamaya yakın bir anda erimesi. Mourinho'nun Kayseri'ye geldiği maçta İstiklal Marşı okunurken turnikede 1000 kişi vardı, 2. dakikadaki golde hepimiz tribündeydik. "Maç başlıyor ulan hızlı biraz" > bütün formaliteler. Aynısı burada da oldu, nasıl olduğunu anlamadan içerideydi bir dakika içinde herkes. 

Daha stadı, evleri, elle düzeltilen skorbordu (amatördeki İzmir'de dahi digital), dışarıdan maçı izlemeye çalışanları keserken Giresun kornerden yazdı. Tribünler gerilir, erken gol can sıkar diye düşünürken hiç etkilenmediler. Birkaç dakika sonra da ev sahibi penaltı kazandı. Kartal-Pendik'ten sonra bir kere daha önümdeki kalede penaltı kaçtı. Ümit Teke, Yekta gibi vurdu topa maşallah. Kalan 75 dakikada Giresun bir kere çıktı. Artık kendilerini zorlamadılar ya da baskıya karşı mı koyamadılar bilmiyorum. Bayrampaşa her iki devrenin sonunu da çok iyi oynadı ama gelmedi gol bir türlü. Çok yazık oldu. Tribün ara ara Karagümrük'ün Maraş deplasmanında attığı gollere sevindi. Giresun gruplarda Karagümrük'le eşleşirse o maça da gidilir.


Stada geliş kolay, tribün güzel, biletler uygun. İnşallah sezon bitmeden bir daha gelmek kısmet olur, ben gönül bağı kurdum Bayrampaşa'yla.

26 Ekim 2014 Pazar

#3: Kartalspor 1-0 Pendikspor


İçinde Galatasaray'ın olduğu çok derbiye gittim ama 2010'da Guti'nin sonlara doğru penaltıdan yazdığı Fenerbahçe-Beşiktaş ve geçen seneki Roma-Lazio'yla birlikte gittiğim Galatasaraysız üçüncü derbi bu. Her derbinin dinamikleri farklı. O bölgede yaşayan insanların, tribünlerin maça hazırlanışı farklı. Bu maç hem basının ilgi göstermemesi, hem de kulüplerin popüler olmaması sebebiyle alışkın olduğumuz derbilerle kıyaslanamaz gelebilir ama inanın çok keyifliydi. Kartal'ın resmi siteden attığı manşetteki gibi sempatik ilişkiler yoktu ne sahada ne de tribünde.

Geçen hafta Pendik Stadı'na arabayla gitmiştik, rahattı. Bu sefer araba olmayınca herkes aynı tepkiyi verdi, "tren açılana kadar oraya gidilmez". Suadiye civarından minibüsle 45 dakika çekiyor, abartmaya gerek yok İstanbul şartlarında normal. Zaten öyle bir maç oldu ki, bu futbolsuzlukta şehir bile değiştirilirdi uğruna...

Minibüsten inince stada doğru yürümeye başladım. Ramazan'ı beklerken -sağolsun müthiş yoldaşlık yapıyor- çevik birden üstümüze gelip dağıttı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken ara sokaktan 300 civarında Pendik taraftarı tezahüratlarla geldi. Arena'ya geldiğimizden beri böyle şeyleri unutmuştum. Sami Yen'e Fulya tarafından tezahüratlarla gelen Beşiktaş/Fener taraftarını gördüğümde ne hissediyorsam aynısını hissettim. Ramazan alınmasın ama o an kendimi ev sahibi, azınlığı bastırmak isteyen taraftarın yerine koyup Kartal'a yakınlaştım.


Sakatlık yüzünden oynayamayan Kartalsporlu Yasin Abdioğlu, sağolsun maçtan önce biletlerimizi ayarladığı için gişede beklemedik. Kartal Tribünü'nün girdiği Kapalı'nın da, karşıdaki Pendik taraftarının girdiği Maraton Tribünü girişinde de sıkıntılar vardı. Muhtemelen iki tribün de maçtan yarım saat önce geldiği için epey geç doldu stad. O ana kadar maçın içine girmek de zor oldu, 20. dakikadan sonra hareketlendi saha da. 

İki stad arasında kapasite açısından çok fark var, bu maç derbiydi onu da göz önünde bulundurmak lazım elbette fakat Tokat maçındaki Pendik tribününe kıyasla Kartal Kapalısı çok çok iyiydi. Maç ortadayken de, takım öndeyken de, kırmızıdan sonra da çok iyilerdi. Hepsinde farklı tepkiler verildi, yalan yok epey özlemişim, kıskandım maç sonunu.

fotoğraf twitter.com/selimyaz69

Son 2 maçta 90+'da yediği gollerle galibiyeti kaçıran Kartal transferdeki usülsüzlükler yüzünden 6 puanı silinince ligin dibinde çıktı derbiye. Ev sahibi avantajı lig, ülke vs fark ettirmiyor. Pendik çok formda olsa da Kartal saldırarak başladı maça. Devreyi geçen haftaki gibi rölantide oynadı Pendik. Kartal'da sol bek Oğuz Ceylan müthiş oynadı ilk devre, hatta atılana kadar. İlk devre tüm pozisyonlar o taraftan geldi. Pendik'te eski Fenerli, Beşiktaşlı Fahri Tatan 11 başladı. Bu seviyenin çok üzerinde maçlara çıktı elbette ama hazır değildi galiba, ciğeri kaldırmadı 90 dakikayı. Tam, "Pendik yine ikinci devre vites yükseltip alır maçı" derken uzatmalarda savunma uyudu, golü attı Kartal. 

İkinci devre daha santra yapılmadan saha karıştı. Derbi alametleri bunlar dedik, heyecanlandık. Stad dışında bazı olaylar oldu, her iki tribün de karıştı. Sahaya davul tokmağı, patlak top, koltuk atıldı bu arada. Sahaya gözlemci girdi, uzar bu olaylar diye düşünürken ortam yine nolduğunu anlamadan sakinleşti. Pendik'te geçen haftanın yıldızı İlhan uyuyan takımı uyandırdı, 70'de müthiş bir ara pası saldı. Bize tribünden temiz gibi gelen pozisyona hakem penaltı çaldı, üstüne bir de Oğuz Ceylan'ı attı. Saha içi uzun süre karıştı. Penaltıyı atmak için Yaser gerildiğinde hala arkada kavga vardı. Maç o andan itibaren renklendi. Pendik tribünleri şova hazırlanırken eski Kartallı Yaser penaltıyı kaçırdı. İşler bir anda tersine döndü, eksik kalan Kartal tribünü arkasına alıp yine 11'e 11 oynamaya başladı. Bu arada bir meşale de atıldı, bu introdur maç sonunda gerisi gelir dedim ama hayal kırıklığı oldu. Pendik oyunu yıkmaya çalışırken 10 kişi kalınca umutlar iyice tükendi, takım da gerildi. 


6 dakika uzatmanın başında Pendik taraftarı çıkartılmaya başlandı. Derbide kazanan ev sahibinin en son isteyeceği şey budur herhalde. Rakip taraftarla galibiyetten sonra eğlenmek derbi stresi çekmenin tek ödülü. Emniyet kendi işini kolaylaştırmak için taraftarı baltalamaya her yerde devam ediyor. 

   *fotoğraf twitter.com/serhataltin90

Maç sonunda kale arkası tribünü ile Pendiksporlu bazı futbolcular arasında tartışma çıktı. Burada Kapalı'nın hakkını vermek lazım. Maçın en gergin anında bile hiç madde atılmadı o taraftan, küfürlü tezahüratlar bir derbide ne kadar olursa o kadardı. Kartal'ın kale arkası tribünün çaprazına oturduk. Bu açıyı görüp Sami Yen Yeni Açık'ın Kapalı tarafını hatırlayanlar fav:)


Pendik son üç maçta ikinci mağlubiyetini aldı ama hala liderler. Pazar, Turgutlu'yu ağırlayacaklar. 2005-06 ve 2012-13 Galatasaray'dan sonra ilk kez bir takımın üst üste üç maçına gideceğim inşallah. Kartal ise puanı 12'ye çıkarttı ama hala düşme potasındalar. Son söz; Ligin ikinci yarısını, Pendik-Kartal maçını sabırsızlıkla bekliyorum. 

23 Ekim 2014 Perşembe

#2: Galatasaray 71-64 Valencia

Geçen sene bu zamanlar ilk kez yurtdışına çıktım. Cumartesi Ljubljana'da işim bitiyor, Pazar öğlen Roma-Lazio var. Bileti haftalar önce internetten aldım. "Koca Avrupa, illa tren, otobüs, uçak birşey bulup Roma'ya giderim" diye plan yapmamışım. Ljubljana'ya indiğim gün Roma biletini nereden napıyoruz diye otele sorduğumda öğreniyorum ki hafta sonu uluslararası hiçbir şey çalışmıyor burada. Direk uçuş yok, hatta o günkü tek uçuş THY'nin, o da İstanbul aktarmalı ve neredeyse bir yıllık Roma kombinesiyle aynı para. Cuma akşamı bizde yeni yeni parlayan car sharing olayını keşfediyorum. Bir sokağa kocaman bir branda asmışlar. Hemen arıyorum İtalya'ya gidecekleri, hepsi doldurmuş arabayı. Gençlerden birisi otostoptan başka çaremin olmadığını söylüyor. Cumartesi sabah işleri halledip, 11'e doğru bizdeki otoban gişeleri girişi gibi bir yere taksiyle gidiyorum. Taksici 350 Euro'ya Roma'ya götürmeyi teklif ediyor bu arada. İnip beklemeye başlıyorum. Racona epey yabancıyım, üstüne bilmediğim bir ülke, pasaport kontrolünde tam filmlerdeki Sovyetler ülkesi gibi muameleler. Yalan yok, hava kararana kadar araç bulamazsam ne bok yerim diye çok geriliyorum. 45 dakika kadar sonra bir araba duruyor. 3.5 günlük Slovenya maceranda dış görünüşü güvenilir olmayan tek bir insanla tanışmamışım, üstüne bir de çaresizliğin getirdiği güçsüzlük var. Adam adeta Hulusi Kentmen gibi geliyor bana. Trieste'ye (Slovenya-İtalya sınırındaki kent) bırakabileceğini ama oranın çok küçük bir yer olduğunu ve treni kaçırdıysam otobüs, uçak gibi alternatiflerimin olmayacağını hatırlatıyor. "İstersen in ve Roma'ya gidecek bir araç bekle, karar senin" diyor. Suratım düşmüş bir şekilde devam edelim diyorum. Tren kaçmışsa ve ertesi gün Roma treni sabah 8'den önce değilse maç yalan oluyor zira Trieste-Roma hızlı treni, Bologna aktarmasıyla 6 saat sürüyor. Ve daha nerede olduğunu bilmediğim otele uğrayıp valizi bırakmam, bileti de gişeden teslim almam gerekiyor.

Baya taşaklı bir abi çıkıyor yol arkadaşım. İstanbul'a gelmiş bir sene önce çocuklarıyla ve bu arabayla. "Slovenya'da 200 yıl yaşasak öyle şeyler göremezdik, müthiş deneyimdi" diyor. Laf lafı açtıktan sonra geçen sene bir gün nezarette yattığını söylüyor. Bilmediğin bir ülkede, otosopla bindiğin arabada bir adam lafa böyle girince neden yattın diyemiyorsunuz beyler. O gece bir basketbolcu da nezaretteydi diyor. "Adını hatırlamıyorum, Amerikalı'ydı galiba vergi borcu mu ne varmış. Etraf avukat, polis, konsolosluk görevlileriyle doluydu. Bir yandan iyiydi, kimse bizle uğraşmıyordu hem de eğlence çıkmıştı ama sonra o kısa boylu adam geldi, gözlüklü. Durmadan küfür etti. İstanbul'a geldiğim için küfürleri az çok öğrenmiştim hiç hoş şeyler demiyordu, bütün gece durmadan bağırdı. Tellerin arkasında olmasam öldürürdüm herhalde. Sürekli tüm dünyayı gezdiklerini, Slovenya gibi üçüncü dünya ülkesinde sorun çıkartmalarını anlamadığını söylüyordu. Bize üçüncü dünya ülkesi dedi, yanlış anlama ama kendisi de çok gelişmiş bir ülkeden değildi Türk'tü."

Bu nasıl maç yazısı ulan? Maç o kadar vasattı ki, bu hikayeden başka yazacak bir şey yoktu. Sercan sağolsun bench arkası konforsuz deyip maçı ebesinin nikahından izletince havaya giremedik. Üstüne bir de ilk periyot 13, devre 23 sayı farkla bitince, 2010-11 Banvit play off serisine döndü maç.

O başkan Aziz, o basketçi de Romain Sato'ydu. Sato bugün Valencia formasıyla İpekçi'ye geldi, 3 sayı atıp döndü. Bense Trieste'ye, Roma treninin kalkmasına 3 dakika kala yetiştim. 

Yapmayın

Herkesin takımdan beklentileri farklı. Geçen sezon sona erip de Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan gitmemiz kesinleştiğinde "Dördüncü yıldızı takacaksak grubu 1 puanla bitirmemiz koymaz" demiştim, hala da aynı fikirdeyim. Bu sene ligde şampiyonluk, beşinci yıldızın takılacağı sezona kadar kafanın rahat olması demek. Takımı asla Şampiyonlar Ligi'nde aldığı sonuçlar yüzünden eleştirmiyorum. Prandelli'nin maç sonu açıklamalarına da hiç sinirlenmedim. Dürüstçe neden göreve getirildiğini, kadroyu hangi hedef için kurduğunu söylüyor. Yasin, Tarık, Pandev'le Avrupa'da kan alırlar ama ben bu adamlarla ligde şampiyonluk için yola çıktım zaten diyor. Ligde oynattığı top kendini haksız çıkartsa da sıralama için bir şey söyleyemiyoruz adama, kör topal ilerliyoruz belki de Terim'in ilk yılı gibi Aralık'ta form tutacak takım, bilemiyoruz...

Takıldığım nokta başka bir şey (Ertem ben başka bir şey söylüyorum) Maç öncesi tüm futbolcuların Twitter hesaplarından birbirinin kopyası destek mesajları paylaşılıyor. "Sizlere sadece bugün değil Arsenal maçında da ihtiyacımız var" palavraları atılıyor. Seremoniden hemen sonra takım kenetleniyor. Galibiyet veya Galatasaray'a yakışan bir oyun, neyse artık onun sözü veriliyor. Yapmayın. Çıkıp, "ceza ödemekten belimiz doğrulmadı, saha kapanırsa gelirden de olacağız atmayın amk meşalesini" demenizi beklemiyorum ama bunları da yapmayın. Aklınız bambaşka yerlerdeyken, sahada asla değilken tribüne oynayıp omuz omuza durmayın. Beklenti belli, kapasiteniz de belli. Haftada bir gün, sadece 90 dakika. Yine olmuyorsa olmasın, canınız sağolsun ama şov yapmayın.


21 Ekim 2014 Salı

Kevaşe #4: Fatma



"Mesajı alıyorum Fatma..."

20 Ekim 2014 Pazartesi

#1: Pendikspor 5-1 Tokatspor

Bundan 10 sene önce İstanbul'a Galatasaray'ı izlemek için geldim, biletini karaborsadan aldığım bir Samsunspor maçıyla yapmıştım açılışı. Çok matah bir karar değildi, 16-17 yaşında hayatına yön vermeye çalışan bir çok ergen için kıstaslar zaten hep saçma sapan şeylerdi. Ben Galatasaray'ı seçtim, kimi kız arkadaşıyla aynı şehirde okumak için Trabzon'a gitti, bir başkası yazlıkları orada diye Mersin'e. Kader ağlarını ördü; Trabzon'daki kızdan ayrıldı, Mersin'dekinin babası iflas etti yazlığı sattı, beni ise geç de olsa Passolig belası vurdu. Yine de hakkını verdim, içimde çok ukde kalmadı. Geceden derbi bileti kuyrukları, Kadıköy/İnönü maceraları, biletsiz bir umutla gidilen Anadolu deplasmanları derken 200'ün üzerinde maça gittim. Son 3 sezon içerideki tüm maçlara gittikten sonra Galatasaray'ı televizyondan izlemenin çok koyacağını biliyordum ama Sneijder'ın ikinci golünde kucaklaşan tribünü görünce hiçbir şey bilmediğimi anladım.


Çok alt lig meraklısı bir adam değilim, yalan yok. Babamla aşağı yukarı 20 yıl önce gittiğim Kırıkkalespor maçları dışında, Ocak'ta İzmirspor maçına gittim o kadar. Bahane mi bilmiyorum ama doğup büyüdüğüm şehirde bu merakı tetikleyecek bir rekabet yoktu, 10 yıldır İstanbul'da da Galatasaray'ın yanında alt liglerle ilgilenecek vakit yoktu. Ta ki Passolig'e kadar. Hem İzmirsporlu damadın verdiği gaza hem de Ramazan kardeşimle bayramdan önceki muhabbete sığınıp bugün 2014-15 sezonunun açılışını yaptım.

Sezona 6 maç 6 galibiyetle başlayıp, hafta ortasında puansız Anadolu Selçuklu'ya yenilen Pendik;
üniversitedeyken 3 sene evinde oturduğumuz, eşi hastalandığında yanında olduğumuz, bir sıkıntısı olduğunda sabahın köründe/gecenin yarısında bizi arayan ama evden ayrılırken depozitomuzu vermeyen orospu ev sahibimizin memleketi Tokat'ı ağırladı. Haliyle tarafım belli çıktım evden. Stad girişinde üstünü aratmak istemeyen bir kulüp görevlisiyle polis arasında arbede çıktı, çevik geldi, semtin çocukları sinirlendi, ortalık karıştı. Yakın arkadaşlarım bilir, bu tip işlerden uzak dururum (Karabük'teki turnike patlatma hikayesindeki tavrımı blogun diğer yazarları iyi hatırlar) ama ekmek kuran çarpsın bunu bile özlemişim.

Başkan Sami, taraftar grubunu (Magnifiko) Kapalı'da istemediğinden bilet fiyatlarını iki katına çıkartıp Kapalı'yı 20 Lira yapmış. Haliyle açık tribün kombinesini 50 Lira'dan alabilen taraftarlar kulüp başkanına tepkiliydi. Bu karar sayesinde bugüne kadar duyduğum en enteresan küfürsüz tezahüratı işitti kulaklarım: "Sami'nin çocuğu tüp bebek, tüp bebek"


Pendik'in niye sezona altı galibiyetle başladığını anlamak zor değil. Devreye penaltı golüyle 0-1 yenik girmesine rağmen ne topçularda ne de tribünde bir panik vardı. Gerets'in ilk sezonundaki Galatasaray rahatlığında herkes. Maç 52'de 2-1, 59'da 3-1 oldu, 5-1 bitti. Serhat Akın'ı yad etmeye gerek yok ama 8, 9 da olurdu. Bellinzona ve Benfica maçlarında sonradan girip 1 gol atan Yaser ile Beşiktaş'ın 5-0'lık Barcelona maçının sonlarında Nou Camp çimlerine çıkan kaptan İlhan bugün şov yaptı. Daha koltuğa yeni oturmuşken Ramazan, İlhan'ı izleyin dedi, harbiden de bambaşka bir top oynadı: 2 gol, 2 asist. Yaser de 2 tane yazdı.


Hayatı yarım bırakılmış hikayelerden oluşan adamlarız. Bu sefer en sevdiğim, en keyif aldığım şey için hedef koyuyorum önüme. İnşallah yalan olmayız, bir engel çıkmaz da Haziran'a kadar futbol/basketbol dahil 50 kere tribüne gidebiliriz.


Yaşasın e-biletsiz maçlar, yaşasın kağıt bilet.

5 Ocak 2014 Pazar

Kevaşe #3: Şefika


"Başka ayakkabı da giyiliyor mu diyor. Giyeceğim. Rugan ayakkabılar giyeceğim. Böyle parlak. İbneler gibi parlayacak ayaklarım." -Rıdvan

3 Ocak 2014 Cuma

Kevaşe #2: Emel


"Bak, bak kimin için terk ettin lan beni? Kimin için kalbimi kırdın ulan? Bak, adamını iyi tanı. Halbuki ben senin için bu ülkenin en boktan adamının malını çaldım ulan. Duysa saniyede yok eder ulan beni. Ben bunu yaptım sana, sen bunu yaptın lan bana. Bu puşt için ulan, bunun için yapılır mı lan bana? Yapılır mı lan? Yapılır mı bana? Yapılır mı lan bu?" -Cumali

2 Ocak 2014 Perşembe

Kevaşe #1: Cindy


"Erkekler bence kadınlardan daha romantik. Biz evlendiğimizde tek bir kadına bağlı kalıyoruz. Biriyle tanışıyoruz, içimizden o harika biri, onunla evlenmeliyim diye geçiriyoruz. Ama kadınlar ihtimaller arasında en iyisini seçiyorlar. Evlenirken daima acaba iyi bir işi var mı diye düşünüyorlar. Hep beyaz atlı prensi bekliyorlar ama sonra iyi bir işi olan adam bulduklarında gidip evleniyorlar." -Dean

1 Ocak 2014 Çarşamba

SA


Son posttan bu yana 2.5 seneden fazla zaman geçmiş. Araya şike skandalı, askerlik, 2 şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek final, İtalya seyahatleri, dünya gözüyle izlenen Roma-Lazio / Milan-Barca maçları sıkışmış ama yazmamışım.

Ne var ne yok bir Twitter'da bir de asker günlüğünde duruyor ama keşke üşenmeyip hepsini buraya dökebilseymişim.

3 sene önce herkes blog okurken kaçma yeri Twitter'dı; şimdi işler değişti. Artık oraya her şey yazılmıyor, ben yazamıyorum. 980 gün sonra yukarıdakilerden önemli ne oldu da kalktık tekrar buraya geldik? Hiçbir şey. Buraya yazmanın daha iyi olacağı şeyler var sadece.

Misal; kapalı dükkana kira ödemişiz...