Çocukluğumu geniş bir sokakta geçirdim. O günlerde arabalar çift taraflı park etmezdi. Sadece elinde pazar filesi olan ve ne hikmetse her seferinde top isabet eden amcaların, teyzelerin geçtiği bir sokaktı. Bir gün plastik topumuz ve cebimizde harçlığımız yokken, mahallenin çocuklarıyla oturmuş, ne halt yiyip de top alacağımızı konuşuyorduk. Bu uğurda, neredeyse bütün çizgi romanlarını aşağı mahalle çocuklarına satmış üst mahalle çocuklarıydık. Karar verdik, yoldan geçenlerden para isteyecektik. Ama utandık, yapamadık. Sonra içimizden birini bir adamla konuşurken gördük. Hemen oraya koştuk. Adam nasıl top yapacağımızı anlatıyordu. Çevredeki çöpleri toplayacaktık ve sağlam bir poşetin içine dolduracak, bir ip ile bu poşeti bağlayacaktık. Ve yaptık. Zıplamayan, kötü kokan, falso almayan, yuvarlak olmayan ve haddinden daha ağır bir futbol topumuz olmuştu. Ama yetinmesini bildik. Oynadık, oynadık, oynadık… Bir süre sonra topumuz sokakta nadir bulunan arabalardan birinin altına kaçtı. Çıkarmak için birimiz arabanın altına girdi ama poşetin bir kenarı arabanın altına takılmıştı, farketmedik. Çekerken poşet yırtıldı ve içindekiler arabanın altına dağıldı; topumuz patlamıştı. İşte çocuğun elinden oyuncağını almak böyle bir şeydi, öğrendik. O gün her zamankinden daha erken gittik evlerimize; annelerimiz camdan aşağı sarkıp ismimizi haykırmadan, babamız eve gelmeden, sofra hazırlanmadan. Arabanın altına top kaçmıyor artık. Çünkü top tepecek sokak kalmadı. Halı sahalara kaçtı gençler, sadece parası olanlar tabii. Belki de bu yüzden herkes bilgisayar başında menajer oldu. İnternetteki futbol oyunları yeni bir sektör oldu. Herkesin en az bir sanal takımı var artık. Herkes ya kulüp sahibi ya da menajer. Eskiden oynardık, şimdi oynatıyoruz.
Değişen sadece futbol mu? Bizler değişmedik mi hiç? Belki hala küçüklüğümüzdeki takımın peşinden koşmaya devam ediyoruz. Ama artık "ya ya ya şa şa şa" diye bağırmıyoruz. Attığımız sloganlarda rakibe karşı nefret de var. Karşısındakinin bacakları arasından top geçirerek, rakibini madara eden futbolcumuza "oley" diye bağırıyoruz, acımasızca, rakibin de bir insan olduğunu, o işten ekmek yediğini unutarak. Artık bunu yapan bir futbolcuyu tokatlayan babalar da kalmadı. Veya çocuğunu öğle namazında toprağa verip, maça koşacak, kanser olduğunu kulüp yönetiminden ve takım arkadaşlarından saklayıp, ölümüne futbol oynayacak, kırık bir serçe parmağıyla, kanat oynayıp, 90 dakika boyunca onlarca orta yapabilecek ve acısını maç bitene kadar gizleyebilecek futbolcu kaldı mı acaba?
Futbol sevgimiz ise hiç değişmedi. Hiç beğenmesen de, sevgilin saçlarını kestirse veya başka bir renge boyatsa, onu sevmekten vazgeçebilir misin? Teninin kokusu değişmez ki. Bakışlarındaki parıltı sönmez ki. Bu da öyle bir şey işte. Bu değişimin sonu gelmeyecek. Her değişim seni mutlu etmese de, oyun devam edecek. Top çizgiyi terk edene kadar, oyun devam kalacak.
Sen çizginin neresindesin? İçinde mi, dışında mı? İşte önemli olan bu.
Bülent Gürsoy, Piknikte Dömivole.
0 yorum:
Yorum Gönder