Geçen sene bu zamanlar ilk kez yurtdışına çıktım. Cumartesi Ljubljana'da işim bitiyor, Pazar öğlen Roma-Lazio var. Bileti haftalar önce internetten aldım. "Koca Avrupa, illa tren, otobüs, uçak birşey bulup Roma'ya giderim" diye plan yapmamışım. Ljubljana'ya indiğim gün Roma biletini nereden napıyoruz diye otele sorduğumda öğreniyorum ki hafta sonu uluslararası hiçbir şey çalışmıyor burada. Direk uçuş yok, hatta o günkü tek uçuş THY'nin, o da İstanbul aktarmalı ve neredeyse bir yıllık Roma kombinesiyle aynı para. Cuma akşamı bizde yeni yeni parlayan car sharing olayını keşfediyorum. Bir sokağa kocaman bir branda asmışlar. Hemen arıyorum İtalya'ya gidecekleri, hepsi doldurmuş arabayı. Gençlerden birisi otostoptan başka çaremin olmadığını söylüyor. Cumartesi sabah işleri halledip, 11'e doğru bizdeki otoban gişeleri girişi gibi bir yere taksiyle gidiyorum. Taksici 350 Euro'ya Roma'ya götürmeyi teklif ediyor bu arada. İnip beklemeye başlıyorum. Racona epey yabancıyım, üstüne bilmediğim bir ülke, pasaport kontrolünde tam filmlerdeki Sovyetler ülkesi gibi muameleler. Yalan yok, hava kararana kadar araç bulamazsam ne bok yerim diye çok geriliyorum. 45 dakika kadar sonra bir araba duruyor. 3.5 günlük Slovenya maceranda dış görünüşü güvenilir olmayan tek bir insanla tanışmamışım, üstüne bir de çaresizliğin getirdiği güçsüzlük var. Adam adeta Hulusi Kentmen gibi geliyor bana. Trieste'ye (Slovenya-İtalya sınırındaki kent) bırakabileceğini ama oranın çok küçük bir yer olduğunu ve treni kaçırdıysam otobüs, uçak gibi alternatiflerimin olmayacağını hatırlatıyor. "İstersen in ve Roma'ya gidecek bir araç bekle, karar senin" diyor. Suratım düşmüş bir şekilde devam edelim diyorum. Tren kaçmışsa ve ertesi gün Roma treni sabah 8'den önce değilse maç yalan oluyor zira Trieste-Roma hızlı treni, Bologna aktarmasıyla 6 saat sürüyor. Ve daha nerede olduğunu bilmediğim otele uğrayıp valizi bırakmam, bileti de gişeden teslim almam gerekiyor.
Baya taşaklı bir abi çıkıyor yol arkadaşım. İstanbul'a gelmiş bir sene önce çocuklarıyla ve bu arabayla. "Slovenya'da 200 yıl yaşasak öyle şeyler göremezdik, müthiş deneyimdi" diyor. Laf lafı açtıktan sonra geçen sene bir gün nezarette yattığını söylüyor. Bilmediğin bir ülkede, otosopla bindiğin arabada bir adam lafa böyle girince neden yattın diyemiyorsunuz beyler. O gece bir basketbolcu da nezaretteydi diyor. "Adını hatırlamıyorum, Amerikalı'ydı galiba vergi borcu mu ne varmış. Etraf avukat, polis, konsolosluk görevlileriyle doluydu. Bir yandan iyiydi, kimse bizle uğraşmıyordu hem de eğlence çıkmıştı ama sonra o kısa boylu adam geldi, gözlüklü. Durmadan küfür etti. İstanbul'a geldiğim için küfürleri az çok öğrenmiştim hiç hoş şeyler demiyordu, bütün gece durmadan bağırdı. Tellerin arkasında olmasam öldürürdüm herhalde. Sürekli tüm dünyayı gezdiklerini, Slovenya gibi üçüncü dünya ülkesinde sorun çıkartmalarını anlamadığını söylüyordu. Bize üçüncü dünya ülkesi dedi, yanlış anlama ama kendisi de çok gelişmiş bir ülkeden değildi Türk'tü."
Bu nasıl maç yazısı ulan? Maç o kadar vasattı ki, bu hikayeden başka yazacak bir şey yoktu. Sercan sağolsun bench arkası konforsuz deyip maçı ebesinin nikahından izletince havaya giremedik. Üstüne bir de ilk periyot 13, devre 23 sayı farkla bitince, 2010-11 Banvit play off serisine döndü maç.
O başkan Aziz, o basketçi de Romain Sato'ydu. Sato bugün Valencia formasıyla İpekçi'ye geldi, 3 sayı atıp döndü. Bense Trieste'ye, Roma treninin kalkmasına 3 dakika kala yetiştim.
0 yorum:
Yorum Gönder